6 Şubat 2016 Cumartesi

Hayatın Yeni ve Radikal Ütopyası: Gabriel Garcia Marquez’in Nobel Ödülü Kabul Konuşması



Çeviren: Hanife TOP
(Yazarın kendi sesinden kayıt da linki verilen sitededir.)





Dünya için asalet dolu yüce bir vizyon “ kimsenin diğerlerinin nasıl öleceğine karar vermeyeceği, sevginin doğruluğunun kanıtlandığı ve mutluluğun mümkün olduğu.”

         8 Aralık 1982’de, yıllar sonra yazar olarak beklenmedik başlangıcı, Nobel Edebiyat Ödüllerinde ödüllendirildi. Yaşam boyu öğrenmenin geç anlaşılan önemi ile İsveç Akademisinde dikkatleri üzerine çekti ve Latin Amerika’nın Yalnızlığı başlıklı harika kabul konuşmasını yaptı. Belgenin İngilizce çevirisine daha sonra, tüm insan davranışlarını etkileyen dört istek ile Bertrand Russel ve sanat, yazı ve yaratıcılığın doğası ile Nobel Edebiyat Ödülünü alan en genç kadın Pearl S. Buck’ı bizimle buluşturan "Yazıda Nobel Yazarları" adlı vazgeçilmez kitapta yer verildi.


         Garcia Marquez’in ölümünden kısa süre sonra Teksas Üniversitesi’ndeki Harry Ransom merkezi – gururla desteklediğim edebi mirasın alışılmışın dışındaki kalesi- arşivini edindi. Hazine koleksiyonunun arasında Nobel Ödülü konuşmasının orijinal kaydı yakın zamanda bilimadamlarının erişimine sunuldu. İnsanlığın en büyük yazarlarından birini kendi kulaklarıyla, insan sesinin en samimi aracı vasıtasıyla duymak nadir ve göz alıcı bir armağandır. Metnin çevirisi aşağıdadır, lütfen tadını çıkarın...

Macellan ile dünya çevresindeki ilk seyahate çıkan Floransalı denizci Antonio Pigafetta Amerika’nın güney toprakları vasıtasıyla kesin doğrulara bakmaksızın hayalgücünün girişimi üzerine yazdı. İçerisinde göbekleri sağrılarında olan domuzlar, eşlerinin arkalarına yumurtalarını seren dişileri olan pençesiz kuşlar ve durgun, kaşığa benzeyen dilsiz pelikanları andıran kuşlar gördüğünü kaydetti. Kafası ve kulakları katır, gövdesi deve, bacakları geyik ve kişnemesi atı andıran gayrimeşru bir hayvan gördüğünü yazmıştır.

Patagonya’daki ilk yerli karşılaşmasında ayna ile karşı karşıya gelen bir yerlinin kendi görüntüsü karşısında hislerini nasıl kaybettiğini tanımladı.

Günümüz romanlarının tohumlarını o zaman bile içerisinde barındıran bu kısa ve etkileyici kitap günümüz gerçekliğinin tartışmasız en sarsıcı bakış açısına sahiptir. Kızılderili Kronolojisi bize bunun sayısız diğer örneklerini bırakmıştır. Açgözlüce aradığımız hayali toprak,  uzun yıllar boyunca sayısız  haritada görünen Eldorado yerini değiştiriyor ve kartografların hayalgücüne uymak için şekil değiştiriyor. Efsanevi Nunez Cabeza de Vaca sekiz yıl boyunca Meksika’nın kuzeyini üyeleri birbirlerini yok eden ve altı yüz kişilik gruptan yalnızca beşi geri dönen aldatılmış keşif heyeti ile sonsuz gençlik çeşmesini araştırdı. Çağın derinliği ölçülemeyen gizemlerinden biri de Atahualpa’nın fidyesi olarak Cuzco’ya bırakılan her biri yüz pound altın yüklü on bir bin katırın hiçbir zaman hedefine ulaşmamış olmasıdır. Bunun akabinde; koloni dönemlerinde Cartagena de Indias’da alüvyal topraklarda yetişen, kursaklarında altın topakları barındıran tavuklar satıldı. Kuruculardan birinin altına olan arzusu son zamana kadar hepimizin çevresini sardı. Ancak son yüzyıl, Panama Isthmus’un karşısına okyanuslar arası bir demiryolu kurulması için belirlenen Alman çalışması bir koşulda uygulanabilir olması nedeniyle sona erdirildi: demiryolu bölgede nadir bulunan demirden değil altından olmalıydı.

İspanyol egemenliğinden kurtuluşumuz deliliğe ulaşmamızda bizi öteye taşımadı. Meksika’yı üç kez yöneten diktatör General Antonio Lopez de Santa Anna Pastry Savaşı’nda kaybettiği sol bacağına görkemli bir cenaze töreni düzenledi. On altı yıl boyunca Ekvador’u kesin bir monarşi ile yöneten General Gabriel Moreno’nun ölüyü bekleme seremonisinde ceset başkanlık koltuğuna tamamen üniformalı ve madalyalardan oluşan koruma katmanı ile donatılarak oturtuldu. Yerli katliamında otuz bin köylü katleden, teosofik zorba El Salvador, General Maximiliano Hernandez Martinez, yemeklerindeki zehri saptayabilen bir sarkaç icat etti ve kızıl hastalığını yenmek için kırmızı kağıtla kaplanmış sokak lambaları vardı. Tegucigalpa’nın büyük meydanına dikilen General Francisco Moraz’n’ın heykeli aslında Marshal Ney’indir, Paris’teki ikinci el heykel dükkanından alınmıştı.

11 yıl önce, günümüzün öne çıkan şairi Şilili Pablo Neruda dinleyenlerini sözleriyle aydınlattı. O zamandan beri iyi niyetli Avrupalılar – ve bazen de kötü olanlar –Latin Amerika’nın bitmeyen inatçı bulanıklığı efsaneye dönüşen lanetli adam ve tarihi kadının sınırsız krallığı uygunsuz haberleri ile her zamankinden büyük bir güçle vuruyordu. Dinlenecek vaktimiz yoktu.

Yanan sarayında kuşatılmış, yalnız başına tüm orduyla savaşırken ölen özgürlükçü bir başkan; ve henüz açıklanmamış olan iki şüpheli uçak kazası büyük yürekli bir başkanın ve halkının saygınlığını dirilten demokratik bir askerin hayatını daha yarıda bıraktı. Beş savaş ve on yedi askeri darbe olmuştu ve bu Tanrı adına, günümüzün Latin Amerikalı etnik soykırımını uygulayan şeytani bir lider ortaya çıkardı. Bunlar olurken yirmi milyon Latin Amerikalı çocuk bir yaşına gelmeden vefat etti. Bu sayı Avrupa’da 1970 yılından beri doğanlardan daha fazladır. Baskı altında tutma nedeniyle oluşan bu kayıpların sayısı, kimse Uppsala sakinlerinin tümünü sayabilirmişçesine, yaklaşık yüz yirmi bindir. Hamileyken tutuklanan birçok kadın Arjantin hapishanelerinde doğum yaptı ancak hiç kimse sinsice evlat edindiği çocuklarının yada askeri yetkililerin yetimhanelere gönderdiği çocukların nereden geldiğini yada kimliklerini bilmiyor. Çünkü gelinen bu noktayı değiştirmeye çalıştıklarından kıta üzerinde yaklaşık iki yüz bin kadın ve erkek öldü ve yüz binden fazlası Orta Amerika’nın küçük ve şanssız ülkesinde hayatını kaybetti: Nikaragua, El Salvador ve Guetamala. Bu Birleşik Devletler’de yaşanmış olsaydı karşılaşacağımız manzara dört yılda bir milyon altı yüz bin ölü olacaktı.

Nüfusunun onda biri olan bir milyon kişi geleneksel olarak misafirperver olan Şili’ye kaçtı. İki buçuk milyon yerlisi ile küçük bir ulus olan ve kendisini kıtanın en gelişmiş ülkesi olarak sayan Uruguay her beş vatandaştan birini sürgüne gönderdi. 1979’dan beri El Salvador’daki iç savaş neredeyse her yirmi dakikada bir mülteci ortaya çıkardı. Latin Amerika’nın zorlanmış göçmenleri ve sürgünleri ülke oluştursaydı nüfusu Norveç’ten fazla olurdu.

Swedish Academy of Letters ( İsviçre Kraliyet Akademisi Edebiyat Bölümü )’ın dikkatini çekme gerçekliğini, ve yalnızca yazınsal tabir olarak değil, düşünmeyi göze aldım. Kağıtlardan oluşmayan gerçeklik kişinin içinde yaşadığı ve sayısız gün içindeki anlık ölümlerimize sebep olan ve doyumsuz yaratıcılığımızın kaynağının gelişmesini sağlayan keder ve güzellik dolu düzensiz ve nostaljik Kolombiyalı bir hiç daha kader tarafından seçildi. Şairler ve dilenciler, 
müzisyenler ve peygamberler, savaşçılar ve alçaklar, dizginlenemeyen gerçekliğin tüm yaratıkları, biraz hayal gücümüzle sormak zorundaydık, önemli konumuz hayatlarımızı inanılabilir hale getirmekte geleneksel eksiklikler vardı. İşte bu arkadaşlar yalnızlığımızın düğüm noktasıdır.

Ve eğer özünü paylaştığımız bizi engelleyen bu zorluklar, dünyanın bu tarafındaki kendi kültürlerinin beklentisinde yüceltilmiş rasyonel yetenekler bizi yorumlamak için kendilerini geçersiz bulmaları anlaşılabilirdir. Bizi kendilerinin kullandığı yarda ölçeği ile ölçmekte ısrar etmeleri, hayatın yıkımının herkes için aynı olmadığını ve kendi kimlik arayışımızın onlarınki kadar güç ve kanlı olduğunu unutmak yalnızca doğaldır. Bizim olmayan kalıplara göre gerçekliğimizin yorumlanması yalnızca bizi hiç olmadığı kadar bilinmeyen, hiç olmadığı kadar az özgür, hiç olmadığı kadar yalnızlaştırmaya hizmet eder. 

Saygıdeğer Avrupa bizi kendi geçmişimizde görmeyi deneseydi belki daha anlayışlı olurdu. Sadece Londra’nın ilk şehir duvarının inşa edilmesinin üç yüz yıl ve bir piskopos edinmenin üç yüz yıl daha sürdüğünü, Roma’nın tarihinde Etrüsk Kral tarafından sağlama bağlanana kadar yirmi yüzyıl belirsizliğin kasvetinde güçlükle ilerlediğini, ve bugünün hafif peynirleri ve soğuk saatleri ile bizlere ziyafet sunun barışçıl İsveç halkının on altıncı yüzyılın sonlarında kaderin askerleri olarak Avrupa’yı kana buladığını hatırlayın. Rönesans’ın yüceliğinde bile Kraliyet Ordusu’nun himayesindeki yirmi bin paralı asker Roma’yı talan etti ve yıktı ve sekiz bin Romalıyı kılıçtan geçirdi.

50 yıl önce Thomas Mann tarafından yere göğe sığdırılamayan saf kuzey ve tutkulu  güneyi birleştirme hayalleri olan Tonio Kröger’in hayallerini somutlaştırmaktan bahsetmiyorum. Ancak buradaki gibi daha adil ve insancıl anavatan için mücadele eden ileri görüşlü Avrupalılar bize bakış açılarını yeniden gözden geçirirlerse bize daha iyi yardım edebileceklerine inanıyorum.   Kendi dünya dağılımlarında kendi hayatına sahip olma hayalini üstlenen herkes için yasal desteğin somut eylemine dönüştürülmediği sürece hayallerimizle dayanışmamız bizi yalnız daha az yalnız hissettirmeyecek.

Latin Amerika ne kendi isteği dışında piyon olmayı istiyor ne  bunun için bir sebep var, ne de bağımsızlık arayışı ve orijinalliğinin doğu isteği haline gelmeli oluşu sadece hüsnükuruntudur. Buna rağmen dolaşımsal ilerlemeler Amerika’mız ve Avrupa arasındaki mesafeyi üzerinde durulan kültürel uzaklığın aksine daraltmış gibi görünüyor. Neden edebiyatta orijinalliğimiz kolaylıkla evet cevabı alırken farklı sosyal değişim girişimlerimiz bu kadar kuşkuyla reddedildi?  Düşünün neden Kendi ülkeleri için sosyal adalet arayan yenilikçi Avrupalılar Latin Amerika için benzer olmayan durumlar için farklı methodlar amaçlayamasın? Hayır: tarihimizin ölçülemeyen şiddet ve ıstırabı asırlık insafsızlık ve anlatılmaz acının sonucudur ve bu evimizden üç yüz league ( 1448 km ) uzakta kurulmuş bir komplo değil. Ancak birçok Avrupalı yazar ve düşünür dünyanın iki büyük efendisinin merhametinde yaşamaktan başka bir kader bulmak imkansızmış gibi  gençliklerinin verimli bolluğunu unutan eski toprakların çocuksuluğuyla böyle düşündü. İşte bu, arkadaşlar, yalnızlığımızın ölçütüdür.

Buna karşın, baskı yapmak, yağmalamak ve terk etme, biz hayatla karşılık veriyoruz. Ne seller ne de salgın hastalıklar, ne kıtlıklar ne afetler, hatta ne yüzyılın ebedi savaşları yaşamın ölüme olan inatçı üstünlüğünü hizaya getirebildi. Büyüyen ve çabuklaştıran bir avantaj: her yıl, New York’un yeni doğan nüfusunu yediye katlamaya yetecek kadar, ölümlerden yetmiş dört milyon daha fazla doğum bulunuyor. Bu doğumların çoğu, tabi ki Latin Amerika’nınkiler de dahil olmak üzere, asgari kaynaklara sahip ülkelerde meydana geliyor. Aksine, en müreffeh ülkeler sadece bugüne kadar yaşamış tüm insan ırkını değil, bu talihsiz gezegen üzerinde nefes almış olan tüm canlı ırklarını yüz kez ortadan kaldırmaya yetecek yıkım gücünü biriktirmeyi başardı.


Bugünkü gibi bir günde, ustam William Faulkner "ben insanoğlunun sonunu kabul etmeyi reddediyorum" dedi. Ben, insanlığın en başından beri ve bilimsel bir olasılıktan fazlası olmayan onun 32 yıl önce tanımayı reddettiği büyük trajedinin tam anlamıyla farkında olmasaydım onun durduğu yerden değersizce düşebilirdim. Masalların kaşifi, hiçbir şeye inanmayacak olan, karşı bir ütopya yaratmamak için çok geç olmadığı hakkına inanan biz, tüm insanlık tarihi boyunca yalnızca bir ütopya gibi görünmek zorunda olan bu müthiş gerçekle yüzleştik. Hiç kimsenin, diğerlerinin nasıl öleceği konusunda karar veremeyeceği, aşkın gerçeği ispat edeceği ve mutluluğun mümkün olduğu, tüm ırkların yüzyıl yalnızlığa mahkum olacağı, sonunda ve sonsuza kadar, yeryüzüne ikinci bir fırsat verilinceye kadar, hayatın yeni ve köklü bir ütopyası.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder